Birinci Dünya ve İstiklal Harplerinde ŞEHİT DÜŞEN-MADALYA ALAN SİVASLILAR
Tarih
Yazarlar
Dergi Başlığı
Dergi ISSN
Cilt Başlığı
Yayıncı
Erişim Hakkı
Özet
Anadolu, Avrupa'yı Asya'ya bağlayan yolların kavşağında "jeostratejik" konuma sahip bir coğrafyada bulunmaktadır. Anadolu'nun söz konusu jeostratejik konumu, tarih boyu pek çok kavimin onu ele geçirebilmek uğruna kan dökmeyi göze aldıkları sıcak çatışmalara neden olmuştur. Bu mânada Anadolu, coğrafi konumu itibarıyla dünya hâkimiyetine giden yolun kilit noktası olarak görülmüş; Persler, Romalılar, Sasaniler, Araplar ve Türkler gibi pek çok kavimin ele geçirme mücadelesine sahne olmuştur. Türklerin Anayurt Orta Asya'dan Anadolu'ya geliş nedenleri arasında kuşkusuz Türk kültüründeki ''Kızılelma'' menkıbesinin önemli bir payı vardır. ''Kızılelma'' menkıbesindeki temel motif ''Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi‛ dir. Menkıbede, Cihan Hâkimiyeti Mefkûresine "Batı'ya yönelerek" ulaşılabileceği telkin edilmiştir. Bu bağlamda, Orta Asya'daki Türklerin Batı'ya ilk yönelişi, IV. yüzyılda Hunlar tarafından Macaristan yolculuğuyla gerçekleştirilmiştir. Atilla'dan yaklaşık altı asır sonra Anayurt'taki Türklük, hayvanlarını otlatacakları geniş yaylaklara, verimli topraklara sahip olabilmek, keza dünya hâkimiyeti ülküsünü canlı tutabilmek adına Batı'ya yönelişini sürdürmüş, 1071'de Anadolu topraklarını Kızılelma sırrıyla örtüşen ülke olarak görüp yurt edinmişlerdir.1 Ne var ki, Türklerin Anadolu'ya yerleşmeleri Bat ı dünyasında büyük infial uyandırmıştır. Nitekim Batı dünyası, stratejik önemi nedeniyle Anadolu'yu Türklerden geri almak için yaklaşık yüz yıl süren ''Haçlı Seferleri''yle tarihin en büyük ''Doğu-Batı /Hilal-Haç çatışması''nı göze almışlardır. Türklerin Batı'ya yönelişleri XVII. yüzyılın sonlarına kadar sürmüşse de, söz konusu yüzyıl başlarından itibaren gerek başa geçen padişahların öngörü yetersizliği, gerekse Devlet'in kurumsal yapılarında ortaya çıkan bozulmalar, Batı'ya yönelişi 1683 Viyana bozgunuyla durdurmuştur. Bu cümleden olarak Batı dünyası, Malazgirt Zaferi sonrası 1091'le başlattığı, 1453'te İstanbul'un Türkler tarafından alınmasıyla giderek netlik kazandırdığı 'Türkleri Anadolu'dan atma" amaçlı adına henüz "Şark Meselesi" (La Question d' Orient) demediği bu siyasetin düşünsel alt yapısını /eksenini daha XV. yüzyılda hafızasına kaydetmiştir. XIX. yüzyılın ortalarından itibaren ise, başta İngiltere, Fransa gibi politik güç merkezleri ve sonradan bu merkezlere dâhil olan Rusya, ortak bir tavırla "Şark Meselesini" resmî belge haline getirip Osmanlı'yı "Hasta Adam"a benzeterek durumdan vazife çıkarmanın yollarını araştırmıştır. Aynı yüzyılın ortalarında bir başka Batı ülkesi olan Amerika Birleşik Devletleri "Şark Meselesi"nden bağımsız Anadolu'yu gözüne kestirerek "Dünya hâkimiyeti"ne giden yolun aktörlüğüne soyunmuş; daha XIX. yüzyılın başlarında, topraklarında enerji kaynaklarının önemli bir kısmını barındıran Orta Doğu'ya yönelik "Büyük Orta Doğu Projesi"nin ana çerçevesini hazırlamıştır. ABD, Projeyi hayata geçirmek üzere gerek Arap ülkelerine gönderdiği ajanlar, gerekse Anadolu'ya gönderdiği Protestan Misyonerlik Teşkilatı2 aracılığıyla sürece ivme kazandırmak istemiştir.XIX. yüzyılın son çeyreğine doğru Osmanlı, İngiltere, Fansa ve Rusya tarafından adeta kıskaca alınmış, Şark Meselesi'ne sanal bir "Ermeni Meselesi" eklenmiştir. Nitekim Osmanlı Devleti'nin tasfiyesini hızlandırmak üzere Ermeni Meselesi'yle ilgili 1878 tarihinde imzalanan "Berlin Anlaşması", gelecekte Osmanlı topraklarını paylaşmaya zemin hazırlama amacı gütmüş ve "Çanakkale Mahşeri"ne giden yolda "kırılma noktası"nı oluşturmuştur. XIX. yüzyılın son çeyreğinde İngiltere, Fransa ve Rusya tarafından siyasi amaçlarla tezgâhlanan Ermeni Meselesi'nin amacını daha açık anlayabilmek için söz konusu ülkelerin bu Mesele'den elde edebilecekleri çıkarlara, hedeflere bakmak gerekir: 3 a) İngiltere, dünya siyasetine yön vermekteki baskın rolünü sürdürebilmek, ticari ve kolonial menfaatlerini korumak, "Hasta Adam" konumunda gördüğü Osmanlının vefatı sonrası paylaşılacak topraklardan iyi bir pay almak, b) Fransa, yeni ekonomik imtiyazlar kazanmak, Osmanlı topraklarındaki Katolikler'in hamiliğini yapmak, İmparatorluğun yıkılması sonrasında topraklarından pay almak, c) Rusya, Ermeni Meselesi'yle, Osmanlının parçalanıp dağılması sonrasında en azından Çar Petro'nun hayalini kurduğu "sıcak denizlere inme" politikasını gerçekleştirme imkânına kavuşmak. Ermeni Meselesi'ne sonradan müdahil olan Amerika Birleşik Devletleri'nin çıkar ve amaçlarına gelince; bu ülke, daha XIX. yüzyılın başlarında "Dünya'ya hâkim" güç olma bağlamında kendi içinde fikri tartışmalar başlatmıştır. ABD, "Anglo-Sakson ırkın gelecekte dünyaya hâkim olacağı" kehanetiyle dünya egemenliğine soyunmuş; yüzünü, pek çok stratejisyenin 4 dünya hâkimiyetine giden yolun kilit noktası olarak gördüğü Anadolu ve Orta Doğu'ya çevirmiştir. Zira ABD, günümüzde açığa vurduğu "Büyük Orta Doğu Projesi"nin proto çerçevesini yüz yıl önce çizmiş; bu bağlamda, sıcak bir çatışmaya lüzum görmeden Fransız ve İngilizler gibi5 "silahsız akıncılar"ını /misyonerlerini Anadolu'ya göndererek sekiz yüzyıl sorunsuz olarak birlikte yaşadığımız Ermenileri Osmanlı aleyhine kışkırtmıştır. Diğer taraftan, 1878'deki Ayastefones ve Berlin Anlaşmaları'nın tarafları İngiltere, Fransa ve Rusya 38 yıl sonra 1916'da "Sykes-Picot" Anlaşmasıyla Osmanlı topraklarını paylaşma arzusundan vaz geçmediklerini göstermiş; paylaşma planlarını uygulamaya koymakta kararlı görünmüşlerdir. Yukarıda arz edilen saiklerle, Osmanlı Devleti, XIX. yüzyıldan XX. yüzyılın ilk çeyreğine kadar süren zaman kesitini Ermeni İsyanları, 93 Harbi, Balkan Savaşları'yla geçirmiş; Cihan Harbi'nde Şark Meselesi'nin üç aktörüne karşı beş cephede "var olma /yok olma" mücadelesi vermiştir. Anadolu Türklüğü'nün var olma mücadelesi, kuşkusuz "Kınalı Kuzular'ın" Çanakkale Cephesi'ndeki emsalsiz direnişiyle anlam kazanmış; bu direniş, dünya harp tarihine örnek "savunma savaşı" olarak geçmiştir. Çanakkale Savaşı, bir başka cepheden ele alındığında Haçlı Seferleri'nden sonra yaşanmış en büyük "Doğu-Batı çatışması" olarak kabul edilmektedir. Diğer taraftan, bu savaşın askerî boyutunun ötesinde Türk tarihi için bir başka önemi, II. Mahmut ve II. Abdulhamid dönemlerinde ihdas edilen modern eğitim kurumlarında yetiştirilen yüz binlerce okuryazarını kaybettiği en büyük felaket olmasıdır. Netice itibarıyla, Çanakkale Savaşı, hem dünya tarihinin, hem de Türk tarihinin akışını değiştiren, Türk Milleti'nin dokuz yüz yıldan beri yaşadığı Anadolu topraklarında bir kez daha yaşama hakkını şerefiyle, sebil gibi akıttığı kanıyla kazandığı bir kahramanlık destanı olmuştur. İtilaf Devletleri, I. Dünya Harbi'ni sonlandıran Mondros Mütarekesi, ardından Sevr Anlaşması'yla nihai hedeflerine varacaklarını, Anadolu Türklüğü'nün artık ayakta kalamayacağını hesap ederek söz konusu anlaşma doğrultusunda yer yer işgallere girişmiş, Yunan kuvvetlerini de İzmir'e çıkarmışlardır. Batı, Conk Bayırı'nda, Arıburnu'nda tanık oldukları "Çanakkale ruhunu" çabuk unutmuş olmalı ki, son bir hamleyle kesin sonuç alacaklarını hesap etme gafletine düşmüştür. Hesap edemedikleri nokta, beden ölse de ruhun canlı kalacağı gerçeğidir. Nitekim bu defa Cihan Harbi'nde şehit düşen Kınalı Kuzular'ın küçük kardeşleri, anneleri, babaları hatta dedeleri kıyama kalkarak Çanakkale ruhunun ölmediğini "İstiklal Harbi"nde "Ya İstiklal! Ya Ölüm!" inancıyla ispatlayarak biz torunlarına "özgür bir vatan" bırakmışlardır. Ruhları şâd olsun. "Birinci Dünya ve İstiklal Harplerinde Şehit Düşen Sivaslılar" başlıklı kitabı, keza kitapta Türkler'in Anadolu'ya gelişlerinin tarihî arka planına yer veren bir "ön söz" kaleme almamızdaki ana gaye, kuşkusuz hem Kınalı Kuzular'ın hatırasını canlı tutmak, hem de Anadolu'nun jeostratejik ve jeopolitik önemi nedeniyle tarih boyu pek çok kavimin gözdesi olduğunu vurgulamaktır. Bu cümleden olarak, bir diğer amaç, bizden sonraki kuşaklara bu ilginin günümüzde sürdürüldüğünü / gelecekte de sürdürüleceğine dikkat çekmektir. Başka bir ifadeyle, yaşadığımız Anadolu coğrafyası tabiri caizse "Bıçak sırtı coğrafyasıdır." Bıçak sırtı coğrafyalarında uzun soluklu kalabilmek marifet ister. Tarih boyu Anadolu'ya pek çok kavim sahip olabilmişse de, Türkler hariç, hiçbir kavim yaklaşık bin yıl gibi uzun bir süre bu toprakları yurt edinememiştir. Netice itibarıyla, Anadolu'da daha nice bin yıllar kalabilmemiz için bizden sonraki kuşakların yaşadıkları coğrafyanın söz konusu özelliklerinin bilincinde olmaları gerekir. Nitekim yanı başımızdaki Orta Doğu coğrafyasında yaşanan olaylar, Batılı emperyal güçlerin I. Dünya Harbi akabinde bu bölgede çizdikleri sınırları bir kez daha değiştirmek için harekete geçtiklerini, dolayısıyla yukarıda arz edilen hususların hamasî duygularla kaleme alınmadığını doğrular niteliktedir. Bir süreden beri üzerinde çalıştığımız "Bozkırdaki Çekirdek: Sivas" başlıklı kitabımızda Sivaslı şehitlere yer vermek üzere 2015'te Sivas Askerlik Şubesi Başkanlığı aracılığıyla temin ettiğimiz6 Millî Savunma Bakanlığı'nın belgelerindeki tüm şehit isimlerine yer veremememin üzüntüsünü yaşamıştık. 2016 sonlarında başkanlığına atandığım Cumhuriyet Üniversitesi Sivas Araştırmaları ve Uygulama Merkezi'nin (CÜSAM) 2017'de yapabileceği faaliyetlerini planlarken Sivaslı şehitlerin tamamının yer alacağı bir kitabın hazırlanmasına öncelik verdik. Ayrıca, kitaba Çağlayan Çağlayık'ın Osmanlıca kayıtlardan okuyarak Latinize ettiği Sivas Askerlik Şubesi'nden temin edilen İstiklal Harbi'ne katılıp "madalya" alanların listesini de ilave ederek biz torunlarına maddi boyutu ölçülemeyecek bir miras bırakan dedelerimizi de yâd etme fırsatı bulduk. Sivaslı Şehitler Kitabı'nda yaklaşık iki bin şehit ismi yer almıştır. Ancak, kanaatimiz, I. Dünya ve İstiklal Harpleri'nde şehit düşen Sivaslıların sayısı bu rakamdan hayli fazla olduğudur. Söz konusu eksikliğe, muhtemelen bazı şehitlerin resmî evraklarının cephe komutanlıklarına intikal etmemesi, bazılarının da düşmana esir düşmesinin neden olduğunu düşünüyoruz. Sözlü tarih geleneğiyle, örneğin gençlik yıllarımda kendi ilçemden Sarıkamış Muharebesi'ne katılan rahmetli Halil İbrahim Çavuş'la (Sazak) bizzat ve rahmetli İsmail Çavuş'un (Bayrakçı)7 oğlu merhum emekli eğitmen Mahmut Bayrakçı'dan dinlediklerime göre Sarıkamış'ta Zaralı elliye yakın genç şehit düşmüştür. Aynı şekilde Yıldızeli'nin Kiremitli köyü sakinlerinden rahmetli Rauf Zabun'un çocuklarına anlattıklarına göre, Sarıkamış'a çoğunluğu Uzunyaylalı olmak üzere Çerkez kökenli yaklaşık 1500 kişilik gönüllü bir birlik gitmiş;8 geriye sadece 100 kişi dönebilmiştir. Kitabımızda ise, Kafkas cephesinde şehit düşen Sivaslı sayısı 700 civarındadır. Sivaslı Şehitler Kitabı'nda okuyucuyu düşündürecek ve duygulandıracak pek çok ayrıntıyla karşılaştık. Akıncılar ilçesinden bir babanın iki evladı Ömer oğlu Süleyman ve Osman kardeşlerin farklı cephelerde, yine Akıncılar'dan Halil oğlu Abdullah ve Mehmet'in Anafartalar'da koyun koyuna şehit düştüklerine, Karabet oğlu Aleksan ve Anasti oğlu İliya gibi Ermeni vatandaşlarımızın gönüllü olarak Cihan Harbi'ne katılıp şehit olduklarına tanık olduk. Millî Savunma Bakanlığı'ndan aldığımız belgelerde, şehitler, liste halinde ayrı ayrı cephe sınıflaması yapılmadan karma bir şekilde verilmişti. Sivaslı Şehitler Kitabı'nda, gerek cephe, gerekse ilçe ayrımına giderek okuyucuya atasını, dedesini kolaylıkla tespit etme imkânı sağladık. Ne var ki, elde ettiğimiz belgelerde tüm şehitler ve madalya alan Sivaslıların tamamının köyleri ve lakapları mevcut değildi. Lakabı ve köyü /mahallesi belli olmayan şehitlerimizin günümüz kuşaklarınca tanınabilmesi için son derece elzem bilgiler olduğunu düşünerek bu konuda ilçe Askerlik Şubeleri'ne başvurduysak da söz konusu ilave verilere ulaşamadık. Diğer taraftan, kitapta 1. Dünya Harbi'nde açılan cepheler hakkında okuyucuya daha geniş bilgi verebilmek amacıyla üniversitemiz Tarih Bölümü öğretim üyelerinden bu cephelerle ilgili makale yazmalarını istirham ettik. Kitap, bu yönüyle ve özellikle şehitlerin çoğunun aile lakapları ve köylerinin9 de tespit edilmesi bakımından önemli bir ayrıcalığa sahip olmuştur. Sivaslı Şehitler Kitabı'nın yazımını üstlenen Seda Özden Değerlier'e, dört cephe için geniş bir literatür taraması yaparak üç ay gibi kısa bir sürede makale kaleme alan Doç. Dr. Ahmet Yüksel, Araştırma Görevlisi Okan Güven'e ve yazım açısından metni gözden geçiren üniversitemiz Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı Prof. Dr. Recep Toparlı'ya teşekkür ederiz. Sivas, 28 Kasım 2017 Prof. Dr. Adnan Mahiroğulları CÜSAM Müdürü